17 Ekim 2007 Çarşamba


Blog'u Türkçe'ye "internet günlüğü"diye çeviriyorlar ya, bizim ki oldu " internet aylığı"... nedenini de anlatayım...
Bu annelik işi 1. ay süper, yani hep öyle ama sadete geleceğim. Bu minikler o zamanlar besleniyor, temizleniyor ve uyuyorlar... Biz ilk ay sarılık geçirdiğimiz için , maksimum 2 saate bir bebişimizi uyandırıp beslediğimiz için , yavru kuşum sonra da 2 saate bir uyandı, ama şimdi rutinini buldu nihayet... Ama onun dışında genel olarak bu minikler ilk ay böyle büyüyor.
Sonra bir bakıyorsun "kolik, gaz sancısı" denilen bir şey... Yavrum kıvranıyor , acı çekiyor, daha da iyisi uyumuyor ve uyutmuyor... 3 aylık olana kadar böyle gidermiş bu. Eee bu şartlar altında bugüne dek övgüler topladığım gibi ne internete girmeye, blog yazmaya, ne de gündemi takip etmeye fırsat kalmıyor. Nazar mı değdi ne:)
Bir de " facebook" camiasına katılmış olmanın rehaveti çöktü üstüme... Naz'ın resimlerini bile oraya yüklüyorum bu aralar... Ama süper doğrusu, uzun süredir görmediğim, konuşmadığım insanlarla haberleşmek , haberleştiklerimle bile arada tatlı talı yazışmak, paylaşmak...


Ama platform neresi olursa olsun ana gündem maddesi kızım... Ama nasıl olmasın , benim 24 saatimi dolduran, eşimle paylaşımların içinde en büyük payı olan, ailem ve dostlarımın benimle ilgili ilk merak ettikleri ..vs iken nasıl öyle olmasın ki... Çok yoğun bir iş temposundan çıkalı henüz 3 ay olduğuna benim bile inanasım gelmiyor, sanki çooook daha uzun bir zaman geçti. Anladım ki süre değil süreç asıl olan... İşte benim sürecim...




26 Eylül 2007 Çarşamba

Bebekli hayat, yepyeni tecrübe...






Yepyeni bir tecrübe yaşıyorum...
Anne olmak, bebek sahibi olmak, gününü canından can bir varlığın ruh ve fiziksel durumuna göre yaşamak, ihtiyaçlarını onun ihtiyaçlarını karşılamadığın anlarda karşılamak, ki kucakta tutmak da onun için bir ihtiyaç, günü artık gece veya gündüz değil 3 saatlik dilimlere bölünmüş 24 saat olarak yaşamak, doğum anından beri 4 saatten fazla aralıksız uyumamak... Daha onlarca şey sayılabilir ama sanırım ana fikri ifade edebildim... Ama ama lütfen bitirmeme izin verin...

26 günlük bir bebek sahibi, 40'ının çıkmasını beklemeden " yalnız kalacağım " diye tutturmuş dolayısıyla da hastahaneye gitmek dışında sokak yüzü görmemiş, ki hastahane de Yeşilköy'de yani eve arabayla 5 dak. mesafe ve oraya gitmek için tek bir yol var :), asla 2 haftayı aşmadan mutlaka kuaföre giden ama 1 aydır gitmemiş ve bir süre daha da gitmeyecek , ki beni ve aşkım+beni tanıyanlar bilir(zaten bu kadar benzediğimiz için yıldırım aşkına yakalandık ve sağanak yağmur arada sırada dinse de gökyüzü hala sürekli aydınlanıyoooo :) ) bakım, gezip görmek ve sosyal hayat önemlidir bizim için, uzun uzun telefon görüşmeleri yaptığım ve evimizi ziyaret eden dostlar dışında henüz insan yüzü görmemiş ben, yine de söyleyebilirim ki;dünyanın en muhteşem tecrübesini yaşıyorum...
Uykuya daldığında daha da huzurlanan yüzü, uyanırken uzun uzun gerinmesi, babasının ya da benim sesimi duyduğunda ki sessizliği, kafasını sürekli ışığa çevirmesi , acıktığındaki tahammülsüzlüğü ve en önemlisi refleks de olsa anlık gülüşleri tarifsiz bir his yayıyor içime...Bakmaya kıyamamak, gözünden sakınmak gibi deyimler ancak bu durumu tarif etmek için söylenmiş olabilir... Nasıl kıyabilirim ki, baksanıza şu mucizeye...






16 Eylül 2007 Pazar

Naz bebekten ilk merhaba...







Doğuma gitmeden önce yazmıştım, daha doğrusu yazmaya çalışmıştım karmaşık düşüncelerimi...




Sabah saat 07:30 hastahanedeyken, ameliyathaneye inerken, anestesezi yapılırken... ta ki ilk ağlama sesini duyana dek yoktu hiç netleşmiş bir duygu... Ancak o ses, yanıbaşımda elimi tutan aşkımın ilk tepkisi ve sonrasında koynuma koyduklarında ki o ilk sessizlik... Hepsi de çok büyülüydü... Üzerinden 16 gün geçti ama ben hala yeterli sözcükleri bulamamaktan korkup fazla sözü uzatmak istemiyorum... Belki bu kareler fikir verir...






Yanımızda olan herkese çok teşekkürler...

31 Ağustos 2007 Cuma

Saatler kala...

Naz'ımıza kavuşmamıza saatler kaldı... Bundan sonra belki de uykuya hasret kalacağım ama uyku tutmuyor... Anne olmak elbette heyecanlandırıyor ama asıl tanım tedirginlik... Sadece kendi sorumluluğun varken, hayatında kendin hariç herşeyden vazgeçebilip değiştirme şansın varken, bir anda kendinden asla ayrı tutamayacağın, bir ömür senin parçan olacak bir varlığın dünyaya gelmesi.... Nasıl olur da tedirginlik olmaz :)
Gerek fiziksel gerek ruhsal sağlıklı ve çok mutlu bir hamilelik geçirdim, kızım beni hiç üzmedi. Hatta bu akşam eve 9'da girdim. Arayan dostlar kahkahalara boğuldular- doğuma 12 saat var ve hala sokaktayım diye...Acaba bu yüzden mi onun benden kopmamasını, bu içiçe cancana-kankana durumun devam etmesini istemem, sadece kendi rahatım için mi yoksa annelikle karşı karşıya kalmanın verdiği korku mu...Farkındayım bunun sağlıklı bir ruh hali olmadığını ve neden böyle hissettiğimin de, laf kalabalığı yapıyorum işte uyumamak için...
Sabah saat 08:30'da dünyaya gelmiş olmasını umuyoruz kızımızın... 2 gece hastahanede kalacağım epidural sezeryan nedeniyle.Gönül istiyordu ki normal yollara kavuşayım kızıma ama böyle olması gerekiyormuş demek ki...
Saatler sonra kızımız dünyaya gözlerini açacak ve bizim kıymetlimiz olacak- bakalım daha neler olacak...

28 Ağustos 2007 Salı

Sensiz olmaz...


Özgürlük, özellikle alıştıysan cazip bir ruh hali. Yalnız yaşamak buna daha da fazla cazibe ekliyor. Eğer aşık değilsen bu durumdan vazgeçmek korkutucu ve gereksiz belki de. İlişki yaşamak , biriyle beraber olmak ya da başka deyimle çıkmak , özgürlükten vazgeçmek için yetersiz sebepler belki de. Ama ya gerçekten seviyorsan, aşıksan... Aşık olmak ve sevmek kavramları, farkları ve zamanla birinin yerini diğerine bırakması... vs gibi klişe anlam tartışmalarına yok bu yazıda. Çünkü bu yazıyı yazan ben, şanslı kadınlardanım. Hem sevip hem aşık olmuş, ikisinin keyfine aynı anda varabilmiş, en iyi arkadaşımı, sevgilimi , dostumu, ailemi ve hayat yoldaşımı aynı adamda yakalamış bir kadın...
Bu yazı ne kadar şanslı olduğumu anlatmak için değil...Yarın evliliğimizin 3. yılı doluyor. 3,5 yıl önce hayatıma ilk girdiğinde, bütün anlamlarımı bulacağım bir başka hayat beklentisi içinde değildim, ta ki aradan bir kaç hafta geçip beraber bir ömür planı yapmaya başlayana dek sesli sesli karşılıklı, hiç bir teklif olmadan hem de... Şimdi bakınca o geleneksel cümleyi kuramadan edemiyorum " nasıl da geçti dolu dolu"...
Evlilik yıldönümü değil bu yazının ana fikri , vesile olduysa da, evlilik şart da değil... Asıl olan "onsuz olmaz" diyeceğiniz kişiyi bulduğunuzda ona sıkıca sarılmak, zaman zaman kafanız karışıp kollarınızı gevşetseniz de farkedebilmek, bulmak ne kadar zorsa keybetmenin bir o kadar kolay olduğunu ve farkettiğiniz an daha da sıkı sarılmak... Gururun bu denklemde yeri olmadığını, mutlu olmak için zaman zaman kayıtsız şartsız teslimiyete "evet" demek gerektiğini bilmek, aslında bu teslimiyetle daha da özgür kaldığınızı hissedebilmek, o kadar çok kendinizden bilmek onu ki kendinize yetememek, sizden bir tane daha olmasını, 3 kişi olmayı istemek...
Bunları anlayabilme yolunda yürürken paylaşmak istedim neler öğrendiğimi bu yıldönümünde ve öğrenirken yanımda yürüyen adama teşekkür etmek...
İyi ki " sensiz olmuyor"...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Gursky İstanbul Modern'den gitmeden...


Cumartesi günü kardeşimin ev taşıma telaşı yüzünden, benimle beraber evde doğuma geri sayan canım anneannemi kardeşime back up'a gönderince haftasonu başbaşa kaldık sevgili eşimle... Hava sıcak dışarıda bunalırız , alışveriş merkezleri kalabalık ama evde de kalmak istemiyorum...vs diye devam eden standart sohbetimizin sonucunda en sevdiğimiz mekanlardan biri olan İstanbul Modern'e karar kıldık. "Sanat aşkımız" elbette etkendi ama asıl hevesimiz o muhteşem manzaralı cafesinin terasında bir masa kapıp,akşamüstü yemeği ve kahvelerdi... Midesine düşkün bir çift olunca hangi " aşk"ımızın( sanat mı mide mi) baskın çıktığını anlamak zor değil... Başlıkla ne ilgisi var bütün bunların diyeceksiniz ama önce şu Cafe'yi anlatayım Gursky'e de sıra gelecek...
Müze zaten Karaköy antrepo sahasında, yani ön cephesi denize sıfır . Haliyle Cafe'de bu cephede ve Boğazın Marmara girişinden 1. Köprüye kadar tüm boğaz manzarasına hakim. Bu hafta Akdeniz cruise'larının hepsi sözleşmiş gibi sanki İstanbul'daydı. Turistik yerlerin hepsi tıklım tıklım olduğu gibi Karaköy iskelesi'de dev gemilerle istila edilmişti... Yani deniz manzaralı masamızdan bir yolcu gemisinin pencerelerini görebiliyorduk, ama şansımız yardım etti ve yemeğimiz bittiğinde gemiye el sallıyorduk ve kahvelerimizin son yudumlarını o muhteşem manzara eşliğinde içebildik... Bizim gibi hep aynı mekanlardan sıkıldıysanız bu cafeye mutlaka uğrayın...
Bu arada sözleşmiş gibi 30 kişi kapasiteli kafede bir sürü hamile vardı, yani anlamadım ki bu aylar doğurma mevsimi mi benimki algıda seçicilik mi? Hamile kadınların birbirini görünce nedense suratına bir gülümseme yayılıp hemen selamlaşıyorlar. Bu empati mi yoksa " ne güzel benimle beraber bu sıcaklarda aynı ıstırabı çekenler var" diye bir rahatlamanın verdiği gülümse mi tartışmaya açık tabi ama benim oyum "yaşayan bilir" cinsinden 2. senaryoya... Bu selamlaşmaların en güzeli İsveç'li sevimli mi sevimli 7 aylık bir hamile ile oldu. Arka masamızdaydı ve ben yan dönünce 8,5 aylık göbeğimi görüp gülümsemeye başladı ve lokmasını zorlukla yutup lafa girişti. Kim demiş Kuzey Avrupa'lılar soğuk diye, hatun kişi cici mi cici... Hemen ay, cinsiyet ve doğum şekli sohbetinden sonra güzelim şehrimizde ne yaptığını sordum. 7 aylık hamile kendisi, son 3 aydır evinden ve eşinden ayrı bir iş için İstanbul'da ikamet ediyor ve 2 hafta içinde ülkesine doğurmaya gidiyormuş... Valla bravo, kendimi başta olmak üzere herkesi tenzih ederim ama dürüst olmak gerekirse hamile olmayı naz çektirmek için fırsat bilen bazı zihniyetlere inat hamileliğin 3 ayını ilk defa geldiği bir ülkede tek başına geçiriyor olmak ... Bravo demeyim de ne diyeyim, tabi ki bu düşüncelerimi kendisine de sesli beyan ettim...
Sergilere gelince maalesef giriş katındaki sürekli sergi yeni düzenleme için kapalı ama ay başı gösterime hazır olacakmış. Sürekli deyince , her gittiğinizde görüp ilginizi kaybedeceğiniz bir sergi değil bu, inanılmaz koleksiyonlar sergileniyor geçmişten bugüne.
26 Ağustos'da son bulacak Andreas Gursky sergisi ise kaçırmadığıma sevindiğim bir başka doyum oldu... Fotoğrafçılıkla ilgilendiğim söylenemez, ama hiç de minimalist olmayan bir tarz vardı bu fotoğraflarda. Mekan olarak, borsa,rock konseri, F1 sahası hatta süpermarket kullanılmış (olayın magazinine gelince süpermarket resmi olan "99 Cent II Diptychon" ( yazının en tepesindeki resim) dünyanın en pahalı fotoğrafı olarak tarihe geçmiş durumda, tam 3,5 milyon dolara satılmış),dijital ortamda manipule edilmiş ya da kimi zaman rampalar ve vinçlerin tepelerinden çekilmiş,ilk başta özellikle resimlerin boyutları nedeniyle "amma da abartı" dedirten, ancak sizi sadece resmedilenin bir parçası değil bütününe götüren bir tarz... Kendi adıma çok etkilendim ve iyi ki de evde ya da bir alışveriş merkezinde pineklemek yerine bu haftasonunu İstanbul Modern'de geçirmişiz... Müze'nin küçük mağazasında segiye dair süper posterler ve ürünler de vardı ama biz manzara karşısı sohbete kendimizi kaptırınca müzenin kapanış saatini kaçırıp elimiz boş çıktık, diğer bir sefere artık...

14 Ağustos 2007 Salı

Kime benziyor?


Naz'ımızın henüz 10 Ağustos Cuma günü çekilmiş son pozu var yanda... 2 hafta gibi bir sürede bir önceki gülümseyen yaratığa göre bu kadar değişmesi hayret verici değil mi? Gitgide yeri azaldığı için hiç ihtimal vermiyordum yüzünü görebileceğimize, ama yine yaptı yapacağını benim minnoşum- uyurken bile verdi pozunu ...

Yorumlara göre bana benziyor :) eh hoşuma da gidiyor tabi bu yorum , kimin gitmez ki... siz ne dersiniz?

Hep gülümse...


Kızımın 36 haftalık yolculuğunda bir sürü fotoğrafı oldu... Kimi zaman " ama bu çok küçük, büyümeyecek mi" deyip üzüldük, kimi zaman sırf yüzününün bir kısmını bile bize gösterdi diye havalara uçtuk... Artık az çok doğduğunda nasıl olacaksa onu görüyoruz- teknoloji sağolsun- ve gitgide sabırsızlanıyoruz...
Bu fotoğrafı 3 hafta öncesine ait... Kocaman gözlerle ekranda ne gördüğümüzü algılamaya çalışırken Murat'la , Naz'ımız o minicik burnunu elinin tersiyle kaşıyıp gülümsemeye başladı... İşte o an dünyalar bizim oldu... Bu da o minik kare...
Meğer bazı minik kareler sayfalarca ve saatlerce sarfedilen sözlerden daha fazla şey ifade edebiliyormuş...

11 Ağustos 2007 Cumartesi

"Son Mohikan"

Henüz göremedik yeğenimizi ama takma ismine şimdiden bayıldık... Yumuş yumuş gözlerle alışmaya çalışıyor bu dünyaya. Beklenenden erken katıldı aramıza çok da iyi oldu.
Belki öz değil ama en az öz kardeş sıcaklığındaki biricik dostumun oğluşu oldu... Aynı evde, aynı odada aylarımızı, yıllarımızı, sırlarımızı en önemlisi kendimizi paylaştık- sonra farklı şehirlerde farklı hayatlara atıldık, farklı zamanlarda evlendik, ama hiç kopmadık ve aynı zamanlarda hamile kaldık :) Aramızda 2 hafta varken , son anda atağa kalktı Ebuşum ve oğluşuna kavuştu... 7 Ağustos sabahı en az kendim doğum yapacak kadar gergindim, neyse ki her ikisi de sağlıklı ve mutlu evlerindeler...
Dünyada çok sayılıdır bu şekilde dostluk nasip olan diye düşünüyorum ve kendimi hep şanslı gördüm,göreceğim... Artık bebeklerimizi de bu sevgiye katıp devam edeceğiz ne güzel...

9 Ağustos 2007 Perşembe

Az kaldı tanısmaya...

Aslında 2007'nin ilk günlerinde, seni içimde hissettiğimden beri tanıyorum seni. İlk uzun yolculuğumuzda farkettim seni, içimden keşke çıkmasaydım bu yorucu yolculuğa demiş olsam da, biliyordum ki sıkı sıkı tutunacaktın bu sefer hayata...
Döner dönmez yolculuktan ilk işim var mısın yok musun diye kontrol etmeye gitmek oldu- görünürde yoktun. Umutsuzluğa kapılmadım hiçbir zaman her ne kadar " yanıldım herhalde" desem de... Yanılmadığımı öğrenince dünyalar benim oldu...
8 ay önce başlayan bu yolculuk ne kadar hızlı geldi buralara- inanamıyorum ... Sayılı günler sonra kucaklayabileceğim seni, az kaldı Naz'ım...